buda benim blogum

Salı, Aralık 19, 2006

KORKARAK YAŞIYORSAN
Öyle bir hayat yaşadım ki;
Cenneti de gördüm cehennemi de

Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.

Bazıları seyrederken hayatı en önden
Kendime bir sahne buldum oynadım.

Öyle bir rol vermişler ki;
Okudum, okudum anlamadım.

Öyle bir hayat yaşadım ki;
Son yolculukları erken tanıdım

Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundan anladım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım, hem güldüm halime.

Sonra dedim ki,
Söz ver kendine!

Denizleri seviyorsan,
Dalgaları da seveceksin.

Sevilmek istiyorsan,
Önce sevmeyi bileceksin.

Uçmayı seviyorsan,
düşmeyi de bileceksin

Korkarak yaşıyorsan,
Yalnızca; hayatı seyredersin...

Japonlar taze baligi hep cok sevmislerdir. Fakat japonya sahillerinde bol balik bulmak mumkun olmamaktadir. Balikcilar, Japon nufusu doyurabilmek icin daha buyuk tekneler yaptirip daha uzaklara acilabilmislerdir. Balik icin uzaklara gidildikce, geri donmesi de daha cok vakit alir olmustur. Donus bir - iki gunden daha uzarsa, tutulan baliklarin da tazeligi kaybolmaktadir.
Japonlar tazeligi kaybolmus baligin lezzetini sevmemislerdir. Bu problemi cozebilmek icin balikcilar teknelerine soguk hava depolari kurdurmuslardir. Boylece istedikleri kadar uzaga gidip, tuttuklarini da soguk hava deposunda dondurulmus olarak saklayabileceklerdi.

Ancak Japon halki taze ile donmus balik lezzet farkini hissedebiliyor ve donmus olanlara fazla para odemek istemiyorlardi.

Balikcilar bu defa teknelerine balik akvaryumlari yaptirdilar. Baliklar iceride biraz fazla sikisacaklardi, hatta, birbirlerine carpa carpa birazda aptallasacaklardi, ama yine de canli
kalabileceklerdi.Japon halki canli olmasina ragmen bu baliklarin da lezzet farkini anlayabiliyorlardi.

Hareketsiz, uyusmus vaziyette gunlerce yol gelen baligin, canli, diri hareketli taze baliga gore lezzeti yine de etkilenmisti.

Balikcilar nasil olacakta Japonya'ya taze lezzetli baligi getirebileceklerdi ?
.....

Siz olsaydiniz ne yapardiniz ?

Hedeflerinize ulasir ulasmaz, mesela mukemmel bir es buldunuz veya cok basarili bir firmaya girdiniz, borclari odediniz v.s. Heyecaniniz kaybolmaya baslamaz mi? Asiri calismaniz gerekmiyorsa rahatlamaz misiniz? Lotoda buyuk ikramiyeyi kazananlar parayi savurmaya baslamaz mi ?

Japonlarin Taze balik probleminde oldugu gibi cozum aslinda basittir. 1950'lerde L.Ron Hubbart'in gozlemledigi uzere "Insanoglu ancak hirs iddiasi icinde bulunursa anormal cabalar sarfeder."

Ne kadar akilli, uzman, inatci iseniz iyi bir problemle ugrasmaktan o kadar zevk alirsiniz. Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adim adim cozebiliyorsaniz bundan da o derece mutluluk duyarsiniz, heyecan duyarsiniz ve enerji dolu, canli, ayakta kalirsiniz.

Japonlarda baliklari yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak icine kucuk bir de kopekbaligi attilar. Bir miktar balik kopekbaligi tarafindan yutulmustu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmislerdi. Buradan da gorulecegi uzere problemlerden, uzaklasmaktansa icine atlamak, bogusmak ve onlari yenmek gerekir.

Problemimiz cok ve cesitli olabilir. Umitsiz olmayin. Onlari taniyin, organize edin, kararli olun, daha cok bilgi ve yardim destegi ile onlarla savasin.

Beyninize bir kopekbaligi atin ve nelere ulasabileceginizi o zaman gorun.

HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN !Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün,şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta.Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onunsorunu.Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak içinuğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı Öğreneliçok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Senmutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...

Pazar, Aralık 17, 2006

İHTİYACIMIZ OLAN FELSEFE
Akıl, algılanan verilerin kavramlar halinde bütünleştirilmesi yoluyla çalışır.İnsan aklının örgütleyicisi olan felsefe, akılcı bir varlık için vazgeçilemez bir gereksinimdir. Bu anlamda felsefe; bilimin temeli, insanın sahip olduğu bilgiyi entegre eden unsur, bilinçaltının programlayıcısı ve kendi değerlerinin seçicisidir. Felsefeyi akılla, yani insanın idrak gücü ile karşı karşıya, batıl inançların özür dileyicisi veya koruyucusu haline getirmek, insan olmaya karşı öylesine büyük bir suçtur ki, hiçbir çağdaş zulüm bununla boy ölçüşemez:İşte çağdaş zulmün sebebi budur!
İnsanın, hayatta kalmasının asıl yolu: Aklını savunmasıdır.Çünkü istediğimiz kadar:" felsefeden bana ne! " desek de, bu fikrinde bir felsefe ürünü olduğunu, kabul etmek zorundayız. Kaldı ki evrenin niteliğini, kendi kavrama yollarımızı ve tabiatımızı bilene -keşfedene- kadar ne yapmamız gerektiğini de bilemeyiz.Kendi duygularımızın tabiatını ve sebeplerini öğrenememizdeki başarısızlık, hakedilmemiş bir suçun kabülunu de kolaylaştırır. Çoğu insan temel konularda herhangi bir sağlam kanaate sahip değildir; bugün insanlar daha önce hiç olmadıkları kadar kafa karışıklığı ve şüphe içindedirler, ancak sistem onlardan sahip olmadıkları bir tür kahramanımsı dürüstlük beklemektedir: Onlar görünüşte önemsiz somut şeyler arasında tanıyamadıkları temel konular yoluyla yıkılmaktadırlar. Pek çok insan büyük bir davanın siperlerinde ölebilme yeteneğine sahiptir. Fakat çok azı küçük, ilan edilmemiş, gün be gün teslim olmaların belirsiz gidişatına karşı koyabilmektedir. Az sayıda insan sıkıntıya girmek, düşmanlar edinmek ve bir çalışma arkadaşının itiraz edilebilir soyut fikirleri için veya bir yabancının anlamsız derecede uygun olmayan talepleri veya yetenekli bir eğitimcinin bağımsız duruşu için konumlarını ve belkide hayatlarını tehlikeye atmak isteyecektir.İnsan sesini yükseltmesi gerektiğini hissettiğinde, "Ben kimim ki bunu bileceğim?" çağdaş kötümserlik rutin sorusu ile engellenmektedir.Buna kendi zihninde bir başka mahvedici cümle eklenmektedir: " Kimi gücendiririm? "İşte bu nedenle çoğu insan: "Adalet ve doğru kimin umurunda?- Kim takar?" takıntısı ile çözülemez sandığı bir yozlaşma içinde yok olur ve akıllarında korku hariç hiçbir şey kalmayana kadar ruhlarını taksitle satmaya mahkum olur.
İnsanlar psikolojik olarak en çok-ve varlık olarak en az- neden korkarlar?Silahları sadece yetenek, doğruluk ve üreticilik olan parlak yalnız;potansiyel zekaya ve masumane acımasız dürüstlüğe sahip bir insan neden korkar?Böylesi korkulardan dolayı, zihnini körelterek pes edenlerin sayısı asla bilinemez.Çünkü akıldışı düzen onların varlığının tanınmamasını ve fikirlerinin herhangi bir şekilde dikkate alınmamasını dayatmaktadır. Bu ilkel ve vahşi zinciri kırmayı her zaman, bazı yetenekli insanlar bir büyük bedel ödeyerek başarabilir ancak.Bu bedeli ödeyerek sonuna kadar mücadele edebilen dahiler veya yetenekli insanlardır.Fakat ortalama bir insan bunu yapmaz, yapamaz. O halde şehit olabilecek cesarete sahip bir insan, neden gündelik sorunlarda acizleşmekte ve "Bana neci" olmaktadır? İşte sorun budur!
İnsan geleceği hakkında hipotez oluşturmak için şu üç unsuru dikkate almalıdır: Kendisinin şu anki durumu, bilinçli olarak inandığı şeyler ve kendi hayat görüşü.Zeka insanın en değerli yeteneğidir. Fakat zeka bilincin üstünlüğü ile yönetilmeyen bir toplumda hiçbiryere sahip değildir.: O böyle bir toplumun en amansız düşmanıdır.Bu nedenle, zekanın tanınmadığı, ödüllendirilmediği aksine köreltildiği bir toplumda:Akıl, Ahlak ve Özgürlükden bahsedilemez.
Bilincin gelişmesi zeka derecesi ne olursa olsun iradidir. Bu da bireyin kendi tercihini gerektirir. Bu tercihi yapmayan insan, bilincine isyan eden çaresiz bir mahluk olmaya mahkum olur. Buna rağmen "maddi dünyanın gerçek dışı olduğu, realitenin bilinemez olduğu ve bilimin olgulara değil, 'inşa' lar la uğraştığı" iddiaları nasıl böylesine yaygın ve etkin olabilmektedir? Fiziksel ve beşeri bilimler arasındaki uçurum neden? Bilim güneş sisteminin ötesini keşfetmeye hazırken, beşeri bilimler neden iflas içinde?Maddi dünyayı feth eden bilim ve aklın kazanımlarının harcanacağı amaçları, neden inanç belirlesin?
Bir insan, gördüğü halde kör, işittiği halde sağır olabildiğini nasıl iddia edebilir?
Bir insanın bu derecede gerçekten nasıl kaçabileceğini anlamadan; eski-yeni mistizmi anlayamaz ve bu mistik tuzağa düşmekten asla kurtulamayız.! Bunların ahlak konuları realiteden bağımsızdır, bunlar maddi fenomenleri gerçekleştirmenin yolunun, ahlakın görevi olduğuna inanmamızı isterler.
İşte bu nedenle insan, bir tür felsefe, yani kapsamlı bir hayat görüşü olmaksızın, varolamaz.Felsefe eğitiminin gerektirdiği tek şey "açık fikirlilik" değil fakat aktif fikirliliktir, yani fikirleri inceleme yeteneğinde olan ve onları istekli ve kritik bir şekilde incelemeyi kabul eden akıldır. Aktif bir akıl doğruyu ve yanlışı eşit tutmaz; durağan bir tarafsızlık ve şüphe boşluğunda ilelebet yüzmez; muhakeme sorumluluğunu üstüne alarak sağlam inanışlara ulaşır ve onlara sarılır. İnandığı şeyleri ispatlayabildiğinden aktif bir akıl, saldırganlarla karşılaştığında körü körüne inanma,yaklaşıkçılık, kaçınma ve korku benekleriyle lekelenmemiş yıkılmaz bir güveni elde eder.Zihnen aktif olduğu ölçüde, -yani, bilme ve anlama arzusuyla motive edildiği ölçüde- bir insanın zihni, kendi duygusal bilgisayarının programcısı gibi çalışır; ve, o insanın hayat hissi, rasyonel bir felsefeye parlak bir karşılık gibi gelişir. Bilinçli olmaktan sarfınazar ettiği ölçüde, duygusal bilgisayarının programlanmasını, tesadüfi etkiler yapar: rasgele izlenimler, çağrışımlar, taklitler, çevreden kapılan hazmedilmemiş sloganlar, klişeler, kültürel ozmos. Eğer; kaçma ve atalet, bir insanın zihni işleyişinin hakim yöntemiyse; varacağı sonuç: korkunun hakim olduğu bir hayat hissidir; her yönde basılmış ayak izleriyle dolu şekilsiz bir kile benzeyen bir ruhtur bu. (Böyle bir insan, hayatının sonraki yıllarında, kimlik duygusunu kaybettiğinden yakınır; gerçekte, bir kimlik duygusuna zaten hiç sahip olmamıştır...!) İnsan, -tabiatı itibariyle- genelleme yapmaktan kendini alamaz; bağlamsız olarak, geçmişsiz veya geleceksiz olarak " an-be-an " yaşayamaz; bütünleştirme kapasitesini -kavramsal kapasitesini- elimine edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez.Nasıl ki, bir hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemezse; benzer şekilde, insan bilinci, o anki somutluklardan başka hiçbir şeyle uğraşmaz hale getirilerek daraltılamaz. İnsan bilincinin o müthiş güçlü bütünleştirme mekanizması, doğuştan oradadır; insanın sahip olduğu tek seçenek, onu yönetmek veya onun tarafından yönetilmektir. Bu mekanizmayı, bilgisel bir amaçla kullanmak için bir irade eylemi -bir düşünce süreci- gerektiğinden; insan, bu gayreti göstermekten kaçabilir. Fakat, kaçarsa; tesadüfler, idareyi ele geçirir: mekanizma, söförü içinde olmadan harekete geçen bir vasıta gibi, kendiliğinden çalışır; bütünleştirmeğe devam eder; fakat, bu işi, körce, el yordamıyla, rasgele, tutarsızca, uyumsuzca yapar; bir bilgilenme aleti olarak değil, -o aletin sahibi olan, ama onu kullanmaktan sarfınazar eden o insanın bilincini yıkmaya girişmiş- bir çarpıtma, yanıltma ve terör aleti olarak çalışır.
Realitenin olgularından kaçmak mümkün değildir.Bir realite olgusu olan insanın; tabiatından veya bu tabiatça belirlenen insana-özgü hayatta kalma tarzından da hiçbir kaçışı mümkün değildir. Haberdarlık yeteneği olan her canlı varlık, sadece bilincinin rehberliğinde hayatta kalabilir; canlı bir varlıkta, bilincin rolü ve fonksiyonu, budur.Bir insan,sahip olduğu özel tip bilincin şeklini kabul etmezse; mesela, düşünmenin, aşırı gayret gerektirdiğine karar verirse; mesela, faaliyetlerini yönlendirecek değerlerin seçiminin çok ürkütücü bir sorumluluk olduğuna karar verirse; o zaman, eğer hala hayatta kalmak istiyorsa, bu işi, ancak başkalarının bilinci aracıyla yapabilir: Başkalarının anlayışları, başkalarının yargıları, başkalarının değerleri; yani, bu insan, kendinin değil başkalarının algılamakta olduğu bir dünyada yaşar.Böylece; ruhunu, başka hiçbir canlı türü için düşünülemeyecek bir parazit haline getirir:Bir beden paraziti değil, bir bilinç paraziti...Kendine-saygı-ve-güvenli ve hükümran bilinçli bir insan; realiteyle, tabiatla, olgulardan oluşmuş objektif bir evrenle alışverişte bulunur; zihninin, hayatta tek kalma aracı olduğunu bilir ve düşünme yeteneğini geliştirir. Fakat, zihnini terkeden bir insan; bir olgular evreninde değil, bir insanlar evreninde yaşar; olgular değil, insanlar onun realitesidir.Akıl değil, insanlar onun hayatta kalma aracıdır.Alışverişte bulunacağı evren, onlardır; bilinci, onlar üzerinde odaklanır.Nasıl ki, rasyonel bir insan, kendine-saygı-ve-güvenini, objektif realiteyle alışveriş yeteneğine dayandırırsa; benzer şekilde, irrasyonel olan bu insan, kendi-değerini, başkalarıyla alışveriş yeteneğiyle tayin eder.

" SEX is GOOD " = " AŞK BENCİL " dir...
‘Seni seviyorum’ diyebilmek için ilk önce ‘ben’ demeyi bilmek gerekir
Romantik aşk o insanın en büyük ödülüdür. Romantik aşkı tam manasıyla yaşamaya muktedir olabilecek tek insan bütün ihtirası işi olan adamdır. Çünkü aşk bir erkeğin veya kadının karakterinde sahip olduğu en köklü değerlerden dolayı kendisine karşı duyduğu saygının bir ifadesidir. İnsan bu değerleri paylaştığı kişiye aşık olur. Eğer insanın açıkca tanımlanmış değerleri ve ahlaki bir karakteri yoksa başkasını da takdir edemez. Bu açıdan, Pınar’dan okuyucular tarafından sürekli atıfta bulunulan bir alıntı yapmak istiyorum:" ‘Seni seviyorum’ diyebilmek için ilk önce ‘ben’ demeyi bilmek gerekir"Kişinin kendi mutluluğu en yüksek amaçdır ve fedakarlık gayri ahlakidir.Bu ilke başka herhangi bir konuda olduğundan fazla aşkta geçerlidir. Eğer aşıksanız, bu aşık olduğunuz kişinin siz ve hayatınız açısından büyük kişisel ve bencil bir öneme sahip olduğu anlamına gelir. Eğer kişiliğiniz yoksa, birine aşık olmanız o kişiyle beraber olmaktan ve onun varlığından hiç bir kişisel keyif ve mutluluk almadığınız, olsa olsa onun size olan ihtiyacına acıyarak kendinizi onun isteklerine feda ettiğiniz anlamına gelebilir. Hiç kimsenin böyle bir durumdan dolayı gurununun okşanmayacağını veya böyle bir anlayışı kabul etmeyeceğini belirtmeme gerek yok.Aşk kendini bir başkası için feda etmek anlamına gelmez. Aşk kendi ihtiyaç ve değerlerinizin en kapsamlı şekilde dışa vurulmasıdır.Aşık olduğunuz insana kendi mutluluğunuz için ihtiyaç duyarsınız ve bu ona bahşedebileceğiniz en büyük iltifat ve onurdur.
Seks:Aklı olmayan bir vucudu feth etmek değildir!
Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır,çünkü seks:insanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir.
Seçici ve ayrımcı olan bir seks hayatının düşkünlük olmadığını söyleyebilirim. Düşkünlük hafif ve üstünkörü ele alınan bir eylemi niteler. Ben seksin insan hayatının en önemli unsurlarından biri olduğunu ve hiç bir zaman hafif ve üstünkörü bir tavırla ele alınmaması gerektiğini savunuyorum. Cinsel ilişki insanoğlunun sahip olduğu en yüksek değerlere dayanarak yapıldığı zaman uygundur. Seks karşı tarafın sahip olduğu değerlere verilen bir karşılıktan başka bir şey olmamalıdır. Bu yüzden önüne gelenle girilen ilişkileri ahlaksız olarak nitelendiriyorum. Seksin kendisi kötü olduğu için değil, tersine seks çok iyi ve önemli olduğu için. Seks çok ciddi bir ilişki sonucu ortaya çıkmalıdır. Bu ilişkinin bir evliliğe dönüşüp dönüşemeyeceği duruma ve konu olan iki insanın hayatlarının seyrine bağlıdır. Evliliği, iki taraf da hayatlarının sonuna kadar beraber olmayı isteyebilecekleri insanı buldukları zaman –ki hiç kimse bundan otomatik olarak emin olamaz- çok önemli bir kurum olarak kabul ediyorum. Taraflar nihai tercihlerine ulaştıklarından emin olurlarsa evlilik elbette arzu edilen bir durumdur. Fakat bu, tarif edilen mutlak kesinlikten daha azı üzerine kurulan herhangi bir ilişkinin uygunsuz olduğu anlamına gelmemelidir. Bir ilişki veya evlilik kararı ile ilgili sorunun sadece konuyla ilgili tarafların durumlarına ve bilgilerine bağlı olduğunu ve kararın onlara bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Çiftler karşılıklı olarak ilişkilerini ciddiye alıyorlarsa ve ilişkileri ahlaki değerler üzerine kuruluysa her iki durum da ahlakidir.. Seks insanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir. Fakat kendini değerli bulmayan bir erkek bu ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır. Kendine olan saygısını cinsel fetihlerinin ona kazandırmasını bekler; ki bu imkansızdır. Kendi değerini onu değerli bulan kadınların sayısından anlayamaz. Buna rağmen bu umutsuz uğraşıda ısrar eder. Öncelikle, insanoğlunun güdüleri yoktur. Fiziksel olarak seks sadece bir kapasitedir. Fakat insanın bu kapasiteyi nasıl kullanacağı ve kimi çekici bulacağı kendi ahlaki değer standartlarıyla ilgili bir şeydir. Tercihlerini kontrol eden, bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğu önkabullerine bağlıdır. Bu şekilde kişisel felsefesi cinsel hayatını yönlendirir. Kişi belirli bir tip fiziksel mekanizmaya ve ihtiyaçlara sahiptir. Fakat bunları nasıl, hangi yoldan tatmin edeceğinin bilgisine sahip değildir. Mesela insanın yiyeceğe ihtiyacı vardır. Açlık hissi duyar. Fakat önce bu hissi açlık olarak tanımlayıp sonra yiyeceğe ihtiyacı olduğunu ve nasıl yiyecek elde edebileceğini öğrenene kadar aç kalacaktır. İnsan dünyaya belirli fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarla gelir. Fakat aklını kullanmadan bunları ne keşfedebilir ne de tatmin edebilir. İnsan rasyonel bir varlık olarak kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu keşfetmek zorundadır. Sözde dürtüleri ona ne yapması gerektiğini söylemeyecektir.
Kendinden tiksinen insan, özsaygısını cinsel serüvenlerden kazanmaya çalışır.
Aklın yerine, akıl ürünlerini çalıp onları koymak isteyen adamlar...Kendinden tiksinen adam da, özsaygısını cinsel serüvenlerden kazanmaya çalışır. Buda yapılamaz, çünkü seks bir neden değildir, insanın kendi değerleriyle ilgili kanaatinin bir etkisi ve ifadesidir. Aslında ikisi de aynı konu...Paranın maddesel kaynaklardan geldiğini, zihinsel bir kökü ve anlamı olmadığını düşünen insanlar...Aynı zamanda ve yine aynı nedenle, seksin de fiziksel bir kapasite olduğunu, zihinle, seçenekle ve değer sistemleriyle ilgili olmadığını düşünürler. Bedeninizin bir arzu yarattığına ve seçimi sizin yerinize yaptığına inanırlar. Demir cevheri kendiliğinden tren rayı haline geliyormuş gibi, aşkın gözü kördür, derler. Seks mantığa bağışıktır ve tüm filozoflarla alay eder, derler. Oysa aslında bir erkeğin cinsel seçimi, kendi temel inançlarının sonucu ve toplamıdır. Bana bir erkeğin neyi çekici bulduğunu söyleyin, bende size o adamın tüm hayat felsefesini söyleyeyim. Bana onun hangi kadınla yattığını gösterin, size o kişinin kendini nasıl değerlendirdiğini bir bir sayayım. Ona kendi benliğini silmenin bir sevap olduğuna dair ne saçmalıklar öğretilmiş olursa olsun, seks tüm eylemler içinde en derin bencillik içerendir.O eylemi ancak ve yalnızca kendi zevki için yapacaktır. Bunu kendini silerek, bir iyilik, bir ilham, bir ihsan olarak yapmayı düşünebiliyor musunuz? Kendini alçaltarak yapılmaz, ancak kendi zevkiyle, arzulandığını ve arzulanmaya layık olduğunu bilerek yapılabilir. Ruhu çırılçıplaktır o anda. Tıpkı vücudu gibi. Kendi gerçek egosunu, değer standardı olarak kabul etmektedir. Ona çekici gelecek kadın, kendi en derin vizyonunu yansıtan kadın olacaktır. O kadının teslim olması, ona bir özsaygı duygusu yaşatacaktır ya da böyle olduğuna inanacaktır.
Kendi değerinden emin olan ve bundan gurur duyan adam, bulabildiği en yüksek kadın tipini isteyecektir.
Beğeneceği kadın güçlü olacak, fethetmesi zor bir kadın olacaktır, çünkü ancak bir roman kahramanını fethettiği zaman bunu bir başarı sayabilecektir, beyinsiz bir sürtüğü fethetmeyi başarı saymayacaktır. Onun aradığı, kendi değerini bulmak değil, kendi değerini ifade etmektir. Zihnin standartlarıyla bedeninin arzuları arasında hiçbir çelişki yoktur. Ama kendi değersizliğine inanan adam da en nefret ettiği kadın tipini cazip bulur, çünkü o kadın onun gizli benliğinin yansımasıdır. Kendisinin sahtekar olduğu yolundaki objektif gerçekten o kadın sayesinde kurtulur. Kadın ona bir aylığına bir değerlilik hayali kazandırır, o da kendi benliğini lanetleyen ahlak sisteminden bir süre kurtulmuş olur. Çoğu erkeğin kendi hayatını nasıl çirkin biçimde mahvettiğine bakın. Manevi felsefemiz dedikleri çelişkiler karmaşasına bakın. Biri diğerini getiriyor.. Aşk bizim en yüce değerlerimize cevaptır...Başka bir şey de olamaz. Bir erkek kendi değerlerini ve varoluş görüşünü yozlaştırırsa, aşkın zevk değil, kendini reddetme olduğunu savunmaya başlarsa, iyilik ve sevap denilen şeyin gurur değil, acıma, acı, zaaf ve fedakarlık olduğunu söyler, en soylu sevginin beğenmekle değil, sadakayla başladığını, değerlere cevap olarak değil, kusurlara cevap olarak doğduğunu söylerse, kendini ikiye bölmüş sayılır. Bedenine söz dinletemez. Seviyorum dediği kadının karşısında iktidarsızlığa düşer, bulabildiği en bayağı orospuya doğru kayar. Bedeni her zaman en derindeki inançlarının nihai mantığını izleyecektir. Kusurların sevap olduğuna inanırsa, varoluşu kötü diye damgalamış sayılır, kendisinin ancak yozlaşmışlıklardan zevk almaya layık olduğuna inanır. Sevabı acıyla bağlamıştır, zevkin ancak günahlarda bulunabileceğini sanır. Bu sefer, bedeninizin kötü arzuları olduğunu, zihninin bunları etkileyemediğini, seksin bir günah olduğunu, gerçek aşkın katıksız bir ruhsal duygu olduğunu haykırmaya başlar. Ondan sonra da, aşk neden bana yalnızca can sıkıntısı getiriyor, seks de yalnızca utanç getiriyor diye merak eder. Para ve seks, ikisinin aynı şey olduğunu anlıyorsunuz değil mi?
" Kavrayamadığı varoluşta; kendisini çaresiz bir yaratık " olarak gören bir insan: Önce kendisinden tiksinmeye mahkum olur.
Hayatını, maddeyi zihninin ihtiyacına göre biçimlendirmeye adamış bir adam ise, fiziksel eylemde ifade bulmamış bir fikrin değersiz bir sahtelik olduğunu, platonik aşkın da aynen öyle olduğunu bilir. Bir fikrin güdümünde olmayan fiziksel eylem nasıl sersemlerin kendini kandırma biçimiyse, kişinin değerler sisteminden kopuk bir seks de öyledir. İkisi de aynı konu...Aşkın saflığını arzudan koparan insan, aşksız arzunun ahlaksızlığına da inebilen insandır. Ama çevrenize bakınca, çoğu insanların ikiye bölünmüş yaratıklar olduğunu, bir o yana, bir bu yana savrulup durduğunu görürsünüz. Bir yarı, paradan, fabrikalardan, gökdelenlerden, kendi bedeninden nefret eden adamdır. Hayatın anlamı ve iyi bir insan olmanın gereği olarak, akıl almaz konularla ilgili tanımlanmayan duyguları ön plana çıkarır. Umutsuzca çığlıklar atar, çünkü saygı duyduğu kadına karşı hiçbir şey hissetmemekte, çirkefler içindeki yosmaya karşı konmaz bir ihtiras duymaktadır. İnsanların idealist dediği biridir o. Öbür yarı ise herkesin pratik insan dediği kişidir. İlkelerden, soyutluklardan, sanattan, felsefeden, hatta kendi aklından tiksinen adamdır. Maddesel objeler elde etmeyi, kendi varlığının en önemli amacı sayar. Bunların nedenini ya da kaynağını düşünme gereğine gülüp geçer. Bunların kendisine zevk vermesini bekler. Daha çoğunu elde ettikçe neden daha az zevk almaya başladığını görünce şaşar. İşte vaktini kadınları kovalamaya harcayan adam, o adamdır. Kendine yönelttiği üç kandırmacaya bir bakalım. Bir kere, özsaygı ihtiyacını kabullenmez, çünkü ahlaki değerler gibi kavramları küçümser. Ama beri yandan, kendini bir et parçası saymaktan ötürü, kendine büyük bir tiksintiyle bakmaktadır. Seksin kişisel değerlere bir saygının fiziksel ifadesi olduğunu kabullenmese de, aslında bilmektedir. Bu nedenle, öyleymiş gibi davranarak, sebep sayılması gereken şeye ulaşma çabasına girer. Kendine saygıyı, ona teslim olan kadınlardan kazanmaya çalışır, ama seçtiği kadınların karakteri de, yargısı da, değer standardı da olmayan kimseler oluşunu görmezden gelir. Kendine yalnızca fiziksel zevk peşinde olduğunu söyler, oysa bu kadınlardan bir haftada, bazen bir gecede bıkar. Profesyonel fahişelerden tiksinir, temiz bakireleri baştan çıkardığına dair hayaller kurar. Bu onun hep aradığı, ama hiç bulamadığı başarıdır: